Ölmenin ve Öldürmenin Meşruluğu
I
Kaç günden beri aklımda, “Ölümü Nasıl Bilirsiniz?”i okuduğumdan beri...
Ölümü, en azından yaşamının bazı anlarında, düşünmemiş
insan yoktur. Onlardan biriyim ben de...
Nedendir bilmem, ölümü, savaşı, kavgayı
düşünmek, aşkı çağrıştırır bende... Aşkı düşünmek de diğerlerini...
Uyudum, uyandım : Aynı düşünce kafamın içinde...
Dolanıp duruyor hala...
Kalkıp bahçeye çıktım: Su verdim önce fesleğenlere,
ardı sıra sardunyalara ve diğerlerine... Bu yaz sıcağında susuz kalmasınlar,
sessizce boyunlarını büküp ölmesinler, yaşasınlar diye...
Gökyüzümde güneş, bahçemde yemyeşil ağaçlar, kuş
sesleri, hanımelilerinin sarıp sarmalayan kokusu, tenimde sıcağı
güneşin...
Göz alabildiğine, tepeden tırnağa yaşama kesilmişken
doğa, benim aklımda ölüm... Yanıtı belirsiz de olsa ardı sıra çoğalan
sorular:
Ölmek ve öldürmek meşru mudur?
Ölmek ve öldürmek nereden alır, kimden alır
meşruluğunu? Kaynağı nedir?
Ölüm, herkes için aynı anlama ve aynı değere sahip
midir?
Yaşayan tüm canlılar ve dolayısıyla her insan için
kaçınılmaz olan ölüm, farklı anlam ve değerlere sahip olabilir mi?
Ve her sorunun peşi sıra arz-ı endam eden, “Neden?
Niçin? Nasıl?” soruları...
Ya ölüm nedir?
“Haziranda ölmek zor” demiş ya şair... Boşuna dememiş.
Haziranda ölümü düşünmek değilse bile, yazmak zor...
Hâlâ bir şeyler eksik... Kavramlar darmadağınık,
sözler bölük pörçük... Ki sökün etmiyor düşünceler, toparlanmıyor daha. Oysa
hiç böyle olmazdı...
Belki biraz müzik gerek...
Bu düşünceyle içeriye yöneliyorum bahçeden... Ve
duraksamadan da odaya... Cd’leri karıştırıyorum, sözsüz olmalı, diyorum... Önce
“Gitar konçertosu” dikkatimi çekiyor Rodrigo’nun. Bu uygun işte... İspanya İç
Savaşı’nı anlatır, bu eserinde Rodrigo; onun anısınadır... Ardından da Ravel
çarpıyor gözüme... Ravel’in Bolero’su... Bu da aşkı anlatır. Tutkuyla, inişleri
ve çıkışlarıyla yaşanışını aşkın... Ölüm değil, tıpkı hayat gibi.
Şimdi sırasıyla, biri bitip diğeri başlıyor,
açık pencerelerden bahçeye taşıyor, aşkı ve savaşı anlatan nağmeleri Ravel ile
Rodrigo’nun... Mizansen tamam... Mutfağa gidip, “öksüz doyuran” cinsinden
koskocaman cam bir bardağa çay dolduruyorum. Ayaklarım nereye götüreceğini
biliyor sanki beni...
Bahçedeyim:
Ayaklarımın altında çim, kulaklarımda müziğin tınısı var. Gözlerimin ufkundaysa
masmavi bir gökyüzü... Elimdeki cam bardaktaki çayın sıcaklığı avucumu yakıyor.
Aklımda beliren soruların, olası yanıtlarıysa acıtıyor yüreğimi... Anlamak
bilmekten daha acıdır, demiş ya şair. Demek ki varmış bir bildiği...
Daha önce bu kadar yoğun düşünmemiştim, “ölmenin ve
öldürmenin meşruluğunu”... Düşündükçe fark ettim ki, gerçeğin
gerçekliğine uygun bilgi, acı, hem de çok acı... Şimdilik şu kadarını
söyleyeyim ki, içerisinde yaşanan koşullarda fark ettiğim şudur: Ölmek de
meşrudur öldürmek de... Ve bu koşullarda “Savaşa Hayır” bir suçtur.
Neden?