4 Ocak 2016 Pazartesi

"AŞK BUDUR"



"AŞK BUDUR"
Dandy ÇİKLETLERİNDE BİR İDEOLOJİNİN DIŞAVURUMU 
                                                                                                                 Mehmet ERKAN
Aşk, şarkıların, romanların, şiirlerin, filmlerin (ve şimdi de çikletlerin) belli başlı temalarından biri oldu bugüne kadar. Aşka ilişkin söylenen bunca söz, harcanan bunca çaba, aşkın ne olduğunu belirlemeye, tanımlamaya da yönelmiş durumda. Bu nedenle yapılmış pek çok aşk tanımı da var. Ancak, bizim için, ilk elde önemli olan aşkın nasıl tanımlandığı değil; önemli olan, aşkın nasıl tanımlanacağını da belirleyen kültürel ve ideolojik bütündür. Ki, bu kültürel, ideolojik bütünü tespit ettiğimizde, aşkın nasıl bir ideolojiyle beslendiğini, kodlandığını da görebiliriz.

Bu nedenle insan ilişkilerinde "aşk"ın görünümlerini, belirlenimlerini tespit etmek, sorgulamak için, genellikle bireysel bir şey, bir durum olarak düşünülen bu duyguyu/ilişkiyi, toplumsal ilişkileri göz önünde bulundurmadan incelemeye çalışmak bizi pek bir yere götürmeyecektir. Çünkü toplumu oluşturan bütün kurallar, değerler, kısacası kültür, her şeyi belirlediği, biçimlendirdiği gibi aşk'ı da belirlemiş, biçimlendirmiş, kodlamıştır. Yani aşk ilişkileri de toplumsal bir belirlenime sahiptir. Ve bu belirlenmişliğin, kodlanmışlığın dışında bir aşk ilişkisi tasarlamak, yaşamak bir başkaldırıdır. Kuralları çiğnemek, kurulu düzeni bozmaktır; dolayısıyla "gayri-meşru"dur, "suç"tur.
                                   *                                 *                                 *
            Erkek-egemen kültür, politikada, sanatta olduğu gibi aşkta ve cinsellikte de kendisini gösteriyor. Cinsiyete dayanan ayrımların, erkek ve kadın için aynı konuda farklı değer yargılarının (çifte standardın) geçerli olduğunu görüyoruz. Bir şeyi erkeğin yapması meşru veya normal karşılandığı halde, aynı şeyi bir kadının yapması kabul edilemeyen, onaylanmayan bir durum. Dolayısıyla kadın, (kendisini) erkeğe, erkek-egemen ideolojiye ve deπerlerine  göre belirle(n)miş, konumla(n)mış oluyor. 

            Erkek-egemen kültürün bir aşk ilişkisinde kadına benimsetmeye çalıştığı, dahası benimsettiği, yükümlü kıldığı değerler nelerdir? Bunları "Aşk Budur - Dandy" çikletlerinin resimlerinde izleyerek görelim. Çünkü bu resimler kendi çapında, karınca kararınca erkek-egemen ideolojinin kendisini ifade etmesi ve yeniden üretmesi işlevini yerine getiriyorlar. Yani ilişkilerde yaşanan ideoloji, burada kendisini dışavuruyor/resmediyor.

Aşağıda bu resimlemeler hakkında olduğu kadar, "resmedilmeyen şeyler" hakkında da bir şeyler söylemeye çalışacağız.

"Aşk ... onunla her buluşmanın öncesinde heyecan duymaktır." (Resim: 94). Neşeyle saçlarını tarayan, kendisini bir buluşmaya hazırlayan, ama erkeğin(in) beklentilerine, beğenisine uygun olarak hazırlamaya çalışan bir genç kız/kadın görüyoruz. Bir elinde tarağı/fırçası, bir elinde deodorantı. Erkeğin bu buluşmaya hazırlanıp hazırlanmadığına dair hiç bir belirti yok. Bu belirtiyi bu karede görmek mümkün olmadığı gibi, serinin diğer karelerinde de görmek mümkün değil. Çünkü, kendisini beğendirmek zorunda olan ve dolayısıyla bu çabayı göstermesi gereken kadın. Nitekim dev bir kozmetik sanayiinin (daha çok) kadınlar için çalışması, kadınlara hitap etmesi de bunu gösteren bir olgu. Tabii bu olgu, beğeninin "estetik" boyutunu gösteriyor.

Bir de beğeninin, deyim yerindeyse ailevî-toplumsal boyutu var. Bunu da resim 54'te görmek mümkün. Bu resimde, "Aşk ... onun ailesiyle tanışmaya giderken heyecan duymaktır." diye tanımlanıyor. Kaygılanan, hep bir şeylerin iyi gitmesi için çırpınan, heyecanlanan yine kadın. Önceki resimde sevdiği ve kendisini beğendirebildiği erkekle buluşmak için hazırlanırken heyecanlanıyordu. Şimdi de aynı duyguyu erkeğin ailesi karşısında yaşıyor. Demek ki, erkeğin beğenisi de yeterli değil. Kendisini erkeğe beğendirdikten sonra, şimdi de sıra, belki de daha sıkıntılı olan, erkeğin ailesinin beğenisine gelmiştir. Bireysel beğeni, kurumsal beğeni tarafından "denetlenmekte" ve "onaylanmakta"dır. Resmîleşmemiş ve kurumlaşmamış beraberlikleri hoş görmeyen toplum(umuz) bir ilişki kurumlaşırken de bireyler üzerindeki denetimini eksik etmemektedir.

Biraz önce "bireysel beğeni, kurumsal beğeni tarafından 'denetlenmekte' ve 'onaylanmakta'dır" dedik. Oysa ki, onaylanmayabilirdi de; yani "denetim kurulu" (aile), yaptığı soruşturmadan sonra olumsuz bir karar da verebilirdi. Ama bizim çiklet resimlerimiz, toplumun, genelde "mutlu son"ları sevdiğini bildiğinden 12. karesinde "Aşk ... o "uzun yolda" yürümektir." diyerek bizi bir "uzun yola", evliliğe sokuyor. Resimde arkası dönük olarak yürüyen gelin ve damadı görüyoruz. "Uzun bir yol" olarak nitelenen evlilik yolculuğuna çıkmışlar. Artık bu, "uzun bir yol" mudur, yoksa sonun başlangıcı mıdır bilemiyoruz. Ama anladığımız, ailenin onayı alınmış ve yeni bir aile daha kurulmuş ve bir törenle kutsanmıştır. Törende, bekâretin simgesi "beyaz gelinlik" içindedir gelin. Belki belinde "kırmızı kuşağı" da vardır, resimde görünmüyor.


"Bu yola bir " girdiniz mi, "senin" veya "benim" diye bir şey kalmaz. Artık "her zaman" "bizim" demek, "diyebilmek"  gerekir. (Resim: 68). Ama pratikte, bu "bizim"den ne anlaşıldığını pek sormasak iyi olur. Büyüsü bozulur. Çünkü burada 1+1=1 denklemi işlemektedir. Yani kadın burada "0" (sıfır) işlevi görmektedir. O, yoktur. Kendisini erkeğinde eritmiştir. Zaten baştan beri var mıdır, yok mudur pek belli de değildir. Çünkü erkek-egemen ideoloji kadını edilginleştirmiş, kişiliğini yok etmiş, kendisi olmasına izin vermemiştir. Bu nedenle "biz", burada bir aldatmacadır, bir gizleme işlevini yerine getirir. Kendisi de ideolojik bir kurum olan dil, burada gerçekliği çarpıtmakta, gerçeği erkek-egemen ideolojiye göre ifade etmektedir. Ki, evliliğe "birliktelik" denmesi de yine dilsel bir oyunu ortaya koymaktadır. Çünkü "birliktelik" kelimesinin kökü de "bir" olmaktır.

Resim 72'de evlilik kurumunun iyice oturduğunu görüyoruz. Burada artık "Aşk ... ailenin bir araya gelmesidir". Aile ise, bilindiği gibi, ana, baba ve çocuklardan oluşur. Tabii bu bir çekirdek ailedir ve nüfus planlaması dersini de almıştır. Bu nedenle de iki'nin ideal çocuk sayısı olduğunu da bilir. Biri kız, biri erkek iki çocuk. Bu 72 no'lu karede, kız anneye, oğul ise babaya benzemektedir, "doğal" olarak. Bu benzeme bize, fiziksel benzerliğin ötesinde bir "kader" benzerliği olduğunu da anlatıyor. Bu benzerliğin kurumsal bir niteliği olduğunu da söyleyebiliriz. Ki, devamındaki 81 no'lu kare biraz da bunu simgeliyor. Bu karede, "Aşk ... aile yadigârını kullanmaktır." diye tanımlanıyor. Kadın, boynunda aileden kalma bir nesneyi (kolyeyi) taşıyor. İşte bu yadigâr, kurumsal sürekliliği simgeliyor; yani kadın (anne) bu kurumun ve ideolojisinin (temel) taşıyıcısı, aktarıcısı, yeniden-üreticisi durumunda. Yani aileler, çocuklarının kurdukları aileye kendi değerlerini, kurallarını, usûllerini de miras bırakıyorlar. Ve böylece kurum ve ideolojisi her evlilikte kendisini yineliyor/yeniliyor. Kadın da, çocuklara, gelecek kuşaklara bu ideolojiyi aktaran, yayan biri oluyor burada. Bu görev anneye (kadına) evlilik kurumu tarafından veriliyor. Kadın, iyi bir eş ve ana olarak bunu yapmakla, yerine getirmekle yükümlü. Kadının bu işlevini, artık çağımızda okul(lar) ve kitle iletişim araçlarının yerine getirdiği söylenebilirse de, bu, bu konuda henüz kadının önemini yitirdiği anlamına gelmiyor.

Kadın fedakârdır. Bu sözü her yerde duymak mümkün olduğu gibi, bu sözün doğruluğunu toplumsal hayatta da görmek mümkün. Zaten, daha önce nasıl fedakârca davranıp evlilik içinde kendini sıfırladığını, sıfır olmayı kabullendiğini, "biz" içinde (bu erkek dilinde "ben" anlamına gelmektedir) erittiğini gördük. İşte şimdi de, fedakârlık olarak adlandırılan, bu kişiliksizleş(tiril)me sürecinin bir seri örneğini görelim.

58 no'lu karede, koltukta oturan kadın kocasını beklemekte, esneyerek. Anlaşılan epey gecikti. Aklımıza kötü şeyler getirmenin âlemi yok. Lütfen, bu aşkın alışkanlığa dönüştüğünü ve erkeğin "kaçamak" yaptığını falan düşünmeyin. Herhalde işi çıkmıştır. Üstelik düşünseniz bile sormayın. Çünkü "Aşk ... ona nerede olduğunu sormamaktır." (Resim 69). Sormuşsanız bile, artık burada durun; açıklarını, yalanlarını açığa çıkarmaya çalışmayın. Çünkü aynı zaman "Aşk ... ona inanmasanız bile açıklamalarını dinlemektedir." (Resim 87). Bu da ikna etmediyse sizi, hatırlatırız: O, bir ERKektir, dilediğini yapar. Siz bir ev hanımı olarak elinizin hamuruyla erkek işlerine karışmayınız. O, en fazla elini kirletir, ki o da yıkayınca çıkar. Şimdi siz, sakin sakin yatağınıza gidin ve uyuyun. Sabahleyin erken kalkacak, ortalığı toparlayacak, silip süpüreceksiniz. Bırakın o, sabahleyin biraz daha uyusun. Çünkü "Aşk ... pazar sabahları uyumasına izin vermektir."  (Resim 75). Sonra, işiniz bitince uyandırırsınız, bir öpücükle. Biliyorsunuz, "Aşk ... onu bir öpücükle uyandırmaktır." (Resim 20). "Yuvayı dişi kuş yapar" derler; eğer bu doğruysa, bu kadarcık fedakârlık da olmalı tabii. Zaten, kadınlar olmasa hiçbir erkeğin işleri yolunda gitmez, düzene girmezdi. Kadınlar onlara yardımcı olmalı, ayak işlerini (sekreterlik, yemek işlerini vs. ?!) yapmalılar, onları rahatlatmalılar ki, erkekler başarılı olsunlar. İşte bunu bilmeyen, ya da unutan erkeklere çikletimiz hatırlatıyor: "Aşk ... ona ne kadar çok ihtiyacınız olduğunu anlatmaktadır." (Resim 34). Evet, unutmamalı, ne demişler: "Her başarılı erkeğin altında bir kadın yatar". 

Bu serideki kadın "doğal olarak" bir ev kadını. "Doğal olarak" diyoruz, çünkü ev kadını, buradaki ideolojiye, değerlere en yatkını. Hiçbir pürüz çıkarmıyor. Öyle ki, evlendikten sonra erkeğin "ağız tadının" bile değişmesi gerekmiyor. Çünkü "kadının yeri" olan mutfakta, "Aşk ... annesinin yaptığı gibi yemek yapmaya çalışmaktır." (Resim 78) diye tanımlanıyor. Bu serideki kadının dünyası, evinden ibarettir, dersek hiç abartmış olmayız. Çünkü kadın, onu evinin dışına çıkarabilecek, dışarıyla ilişkilendirebilecek tek şey olan TV'deki haberleri  bile izlemiyor. Herhalde haberlerde anlatılanlar kadına yabancı ve anlaşılmaz geliyor; ya da kadın, haberleri bir erkek programı olarak görüyor ve izlemiyor. Ama kocasının izleyebilmesi için gereken ortamı sağlıyor. Bu ortam için, her yerde ve her zaman olduğu gibi "sessiz" olması isteniyor. Ve bu da söyle formüle ediliyor: "Aşk ... o TV'de haberleri izlerken sessiz olmaktır."  (Resim 99).

Haber programının kadına ağır, anlaşılmaz geliyor olabileceğinden söz ettik. Haber programlarında, toplumsal, siyasal, ekonomik olayların işlendiği ve dolayısıyla kadının, işbölümü gereği, bu alanların dışında var olageldiği düşünülürse, bu anlaşılır bir durumdur. Ayrıca, kadınların, politika, ekonomi gibi ciddi meselelerle ilgilenmesi zaten düşünülebilecek bir şey de değildir. Böylesi kadınlar, kadınlıklarını (kadınlık görevlerini) unutmakta veya en hafif deyimle ihmal etmekte ve erkekleşmektedirler!...

Aslında bunları bile tartışmak fazla. Çünkü, kadının varlık nedeni erkeğidir, O'nun dizinin dibidir ve O'nun için yap(a)mayacağı şey olmamalıdır. Örneğin, " ... o telefon ettiği zaman en sevdiği TV programını bile kapatabilmelidir."  Çünkü, "Aşk Budur". (Resim 39).

Kadın zayıf bir yaratıktır; o biraz çocuktur. Erkek nasıl bir akıl varlığı ise, o da bir duygu varlığıdır. İşte bu çocukluğu, zayıflığı, duygusallığı vb. nedenlerden dolayı sık sık hâtâlar, beceriksizlikler yapar. Bunlara karşı erkeğin, hoşgörülü olması, öfkelenmemeye ve kusurlarını görmemeye çalışması gerekir. Çünkü böyle durumlarda, "Aşk ... öfkelenmemeye çalışmaktır." (Resim 16). Zaten kadın, bir süre sonra hâtâsını anlayacak ve ne kadar hoşgörülü, affedici bir kocası olduğunu düşünüp "mutluluktan ağlayacak"  ve kocasının koruyucu kollarına sığınacaktır. (Resim 86). (Kadın ... 'son tahlilde' ağlayan ve sığınan bir varlıktır.) Ki, kadın, (iktidarın) "rahat koltuğu"(nu) "ona bırakarak"  (Resim 83) onun büyüklüğünü ve gücünü de kutsayarak saygıda kusur etmeyecektir. Ve böylece 16 no'lu karede gösterilen büyüklüğün, hoşgörünün anlaşıldığı da gösterilmiş/görülmüş olacaktır.

Kurumsal Aşk'ın bütün bu kurallarını yerine getiren kadın, Kurumsal Aşk'ın bu kişiliksizleştiriciliğinin, köleleştiriciliğinin dayanılmaz hafifliğini hissedecek ve "... mutluluktan uçacaktır."  (Resim 9). Artık bu kadar hafiflemeden sonra uçmaması da imkânsızdır.
 
                                                                                                          Haziran 1987




Not: Bu yazı daha önce "Feminist" adlı derginin Mayıs 1988 tarihli 4. sayısında "Feraye Nazlı" imzasıyla yayımlanmıştır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder